Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç İçerisinde Dönüşümü, AB Üyelik Süreci ve Türk Azınlığa Etkileri

Yrd. Doç. Dr. Kader Özlem

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilişiyle birlikte geride önemli oranda bir Türk azınlık kalmıştı. Bulgaristan’daki Türk azınlığın hakları ikili ve çok taraflı antlaşmalarla güvence altına alınmışsa da, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile başlayan ve 1989’da Bulgaristan’daki sosyalist sistemin yıkılışına kadar geçen süre zarfında ülkedeki Türk azınlığa yönelik çeşitli asimilasyon politikaları uygulanmış ve Türk nüfus göçe zorlanmıştır. Soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte Bulgaristan’da bir dönüşüm süreci gerçekleşmiştir. Bu süreçte, Bulgaristan’da demokratik sistem tesis edilmiş ve Türk azınlık Bulgaristan siyasi yaşamına girmiştir. Öte yandan, dış politikadaki ana çekim merkezi ise Moskova olmaktan çıkmış ve Brüksel-Washington eksenine kayılmıştır. Bu kapsamda, AB ve NATO üyelik hedefleri, Bulgaristan için kaçınılmaz hale gelmiştir.

Soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte çeşitli totaliter devletlerce bastırılmış olan etnik kimliklerin gerek çatışma ortamında gerek demokratik platformlarda kendilerini aramaları uluslar arası ilişkiler terminolojisine azınlık, azınlık grupları, etnik çatışmalar, etnik parti vb. kavramların girmesine yol açmıştır. Etnik kimliklerin ve sorunların tanımlanmaları bölgesel bağlamda farklılıklar arzetmektedir. Söz gelimi Batı Dünyasında (İspanya, İsviçre, İngiltere, Belçika gibi) demokratik yollarla ve devlet yapısında revizyona gidilerek çözüme bağlanması ön plana çıkarken; eski Doğu Blok’u ülkelerinde ise yaşanan çözülmenin ortaya çıkardığı dönüşüm sürecinde bu sorunlar farklı metotlarla sonuca bağlanmak istenmiştir. Soğuk savaş sonrası dönemde eski Yugoslavya coğrafyasında etnik çatışmalar ortaya çıkmasına karşın, Çekoslovakya örnekleminde ise gruplar arasında anlaşma ve diyalog kendisini göstermiştir. Diğer taraftan, bu konuda uluslar arası platformlarda örnek olarak gösterilen “Bulgaristan modeli”nde, etnik grupların değişim/dönüşüm sürecinde partileşme yoluna giderek iç politikada bir aktör, dış politikayı etkileyebilen bir baskı grubu olarak, azınlığın başta kimlik olmak üzere diğer yaşamsal haklarını demokratik yollarla elde etme stratejisi gözlemlenmektedir.

Azınlık grupları, son dönemlerin kalıplaşmış söylemi olan “farklılıkların zenginliği” olabildiği gibi, iç ve dış odaklı krizlerin ve husumetlerin de kaynağı olabilmektedir. Bununla birlikte, ülke içerisindeki etnik gruplar, küresel, bölgesel aktörler ve/veya komşu devletlerin dış politik amaçlarına araç olabilmekte ve iç barışı-bütünlüğü tehdit edebilmektedirler. Azınlık gruplarına ilişkin sorunlar, insan hakları, barış ve demokrasi gibi 21. yüzyılın popüler kavramları çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken; azınlık gruplarının haklarının korunması açısından tam kapsamlı hukuksal bir düzenlemeden bahsetmek güçtür. Azınlık haklarına ilişkin hukuksal boşluğun yanı sıra, “azınlık” kavramının uluslar arası boyutta net bir tanımının yapılamadığı da belirtilmelidir.

Berlin Duvarı’nın yıkılışı aynı zamanda Bulgaristan’da yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Duvarın yıkıldığı akşam istifa eden Todor Jivkov sonrasında, Bulgaristan’da radikal bir değişim süreci yaşanmasa da diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi ılımlı bir süreç ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda, Türklerin zorla değiştirilen Türkçe isimlerini iade yoluna gidilmiştir. Özellikle, 1984–85 yıllarında gerçekleşen asimilasyon hareketine karşı Türkler arasında gösterilen direniş ve yerel bazdaki örgütlenmeler, Hak ve Özgürlükler Hareketi’ni ortaya çıkaracak ve söz konusu parti Bulgaristan siyasetinde kilit konuma gelecektir. Bulgaristan Türklerinin temel hak ve hürriyetlerini silaha başvurmadan, demokratik yollarla elde etmesi, günümüzde azınlık problemlerinin çözümüne ilişkin önümüzde somut bir model olarak dururken; yaşanan gelişmelerin Bulgaristan’ın demokratikleşme sürecinde önemli bir rolü olmuştur. Ayrıca Türk azınlığın genel durumunda meydana gelen iyileşmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin de düzelmesini beraberinde getirmiştir. Bulgaristan açısından bütün bu faktörler, Batı dünyasına ulaşma konusunda bir köprü işlevini görürken; NATO ve AB üyelik hedefleri de bu hususta lokomotifi olmuştur. Önce Mart 2004’te NATO, ardından Ocak 2007’deki AB üyeliği Bulgaristan’ı Batı ailesinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş ve ülkede alışılmışın dışında bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen reformların işlevselliği konusunda her ne kadar sorunlar yaşansa da, özellikle Türk azınlık, söz konusu süreçten ve soğuk savaş sonrası dönemde oluşan gerek küresel gerek ülke içindeki olumlu atmosferden önemli ölçüde faydalanmıştır. Çalışmanın amacı, tarihsel perspektiften Türk azınlığın dönüşüm sürecini ve Bulgaristan’ın AB üyelik sürecinin Türk azınlık üzerindeki etkilerini incelemek olarak belirlenmiştir. Konu son tahlilde, kapsamlı bir değerlendirme süzgecinden geçirilerek genel bir sonuca bağlanacaktır.

1. Tarihsel Süreç İçerisinde Bulgaristan Türkleri

Osmanlı Devleti’nin bölgesel bir güç olmaktan çıkıp cihan devleti olma stratejisindeki en önemli parametreyi Balkan coğrafyası oluşturmaktaydı. Devlet otoritesinin bölgedeki etkisinin ve kalıcılığının sistematik olarak gerçekleşecek bir İskân Siyaseti’nin varlığına bağlı olması, Anadolu’dan Rumeli’ye kitlesel göç hareketlerinin temelini oluşturmuştur. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu coğrafyada siyasi egemen güç olmaya başlayan Osmanlı Devleti, uyguladığı politikalar sonucunda demografik dengeleri kendi lehine çevirmeyi başarmıştır. Bu durum salt Balkanlar genelinde kendisini göstermezken, bölgenin küçük örneklemi durumundaki Bulgaristan’da da aynı hususla karşılaşılmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin sosyolojik çerçevede yönetim felsefesini oluşturan hoşgörü, adalet ve barış kavramlarının Balkanlar’daki hâkimiyeti, 1789 Fransız İhtilali’nin sosyal psikoloji üzerinde yarattığı milliyetçi, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı tepkilerin bölge halkları üzerindeki etkilerinin ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin dönemin konjonktürü itibariyle “kaybeden aktör” statüsünde olması ve Balkanlar’daki Türk-Müslüman varlığının Düvel-i Muazzama katında yarattığı ideolojik rahatsızlık, söz konusu devletlerin yardımlarıyla Balkan milletlerinin Osmanlı yönetimine karşı isyanlarına yol açmıştır. Balkanlı milletlerin teker teker bağımsızlıklarına kavuşmaları, Osmanlı Devleti’nin dağılma dönemine ilişkin temel parametreyi oluşturmuştur. Bu dönemin bir başka özelliği ise, Anadolu’dan Rumeli’ye doğru yüzyıllar önce gerçekleşen göçün bitim noktasını yine Anadolu’nun oluşturmasıdır. Farklı bir deyişle ifade etmek gerekirse, bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus, Balkan devletlerinin otoriter ve irredentist politik tutumlarının kurbanı olarak soykırım, asimilasyon ve baskı politikalarına maruz bırakılmışlardır. Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak göç olgusu söz konusu nüfus kitlesinin kaderi haline gelmiştir.

Bulgaristan Türklerini tarihsel açıdan ele aldığımızda 4 ana başlık altında kategorize etmek mümkündür:

  • Bulgar Prensliği Döneminde Bulgaristan Türkleri (1877–1908)
  • Krallık ve Çeşitli Parti İktidarları Döneminde Bulgaristan Türkleri (1908–1944)
  • Komünist Yönetim Döneminde Bulgaristan Türkleri (1944–1989)
  • Demokratik Dönemde Bulgaristan Türkleri (1989-…)

Tarihsel süreç içerisinde Bulgaristan Türklerinin analizine ilişkin olarak yukarıda çizilen genel çerçeve, Bulgaristan’da dönemden döneme değişen iktidarların süreleri sonucunda belirlenmiştir. Prenslik döneminden demokratik döneme değin yaşanan olaylar Bulgaristan Türklerinin kaderinde belirleyici olmuştur. Bulgar iç siyasetinde meydana gelen her yeni değişim ülkedeki Türk azınlık tarafından şüphe ile karşılanmış ve yeni iktidarların ülke yönetimindeki olumsuz yansımaları Bulgaristan Türklerinin üzerine düşmüştür denebilir. Farklı bir ifadeyle, sistemin bozuk içsel çarkları daha ziyade Türk azınlık ekseninde kendisini göstermiştir.

1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile özerk bir statüye kavuşan Bulgar Prensliği, bu tarihten itibaren Rusya’nın Balkanlar’daki uydusu konumuna düşmüştür. Bulgarların, Rusya’nın Balkanlar’daki “Panslavizm” politikasının en hararetli savunucusu haline geldiği 93 Harbi’nde Türklere yönelik girişilen soykırım hareketlerinde önemli rol oynamalarında görülmektedir. “Irklar ve Yok Etme Savaşı” olarak da nitelenen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, McCarthy’nin tespitlerine göre, 1.253.500 kişiyi muhacir durumuna düşürmüştür. Bunun yanı sıra, çok sayıda Türk ve Müslüman sivil, soykırımın hedefi haline gelmiştir. Öte yandan, 93 Harbi esnasında Balkanlar’daki Türk-İslam kültür mirasında önemli tahribatlar meydana gelirken; bu savaşla birlikte Bulgaristan’daki Türk nüfus kitlesi ilk defa azınlık konumuna düşmüştür.

Balkanlar’daki bölgesel konjonktürde meydana gelen değişimin Bulgaristan örneklemindeki izdüşümü Bulgaristan Türkleri açısından dönüm noktası niteliğindedir. Berlin Antlaşması sonrası dönemde Türkler, azınlık olarak Bulgar Prensliği idaresi altında kalmışlardır. 93 Harbi sonrasında gerçekleşen göç ile birlikte Bulgaristan Türklerinin ileri gelenlerinin, aydın ve zengin kesiminin Anadolu topraklarına göç etmesi, geride cahil ve fakir bir Türk köylü nüfusu bırakmıştır. Bu gelişmenin doğal bir sonucu olarak, Bulgaristan Türkleri başsız bir gövde olarak hareket etmek zorunda kalmıştır, denebilir.

Dönemin şartları göz önüne alındığında, özellikle Osmanlı yönetiminin Avrupa ayağında Türk ve Müslüman tanımının eşdeğerde kullanıldığı görülür. Aynı zamanda, Osmanlı toprakları içerisinde de farklı kimliklerin tanımlamasına ilişkin olarak, milli benlik unsurundan ziyade din kavramının esas teşkil etmesi, Berlin Antlaşması düzenlemeleri itibariyle de geride kalan azınlığın haklarına ve kimliğine ilişkin tanımlamalarda dini kimliğin ön plana çıkacak olması sonucunu doğurması beklenirdi. Ancak, söz konusu duruma tezat mahiyette Bulgaristan’daki “Türk-Müslüman Azınlık” için “Türk” kavramının kullanılması tercih edilmiş ve Antlaşmanın gerek Türkçe gerek Fransızca tercümesinde kayıtlara bu şekilde geçmiştir. Buna ek olarak, antlaşmanın içeriğinde Bulgarlarla Türklerin karışık olduğu yerlerde Türklerin “hukuk ve menfaatlerinin gözetileceği” belirtilmiştir.

Yine Berlin Antlaşması düzenlemeleriyle Bulgaristan tam anlamıyla devlet olma vasıflarına haiz değil iken dahi, ülke içerisindeki Türk azınlığın çeşitli alanlardaki haklarına binaen yükümlülük altına girmiştir. Söz konusu antlaşma sadece Prenslik yönetimine yükümlülükler getirmezken; aynı zamanda Osmanlı Devleti ve antlaşma metnine imza koyan diğer devletlere de yükümlükler getirmiştir. Antlaşmanın 4. maddesi itibariyle oluşturulması öngörülen Bulgaristan Anayasası’nın üzerinde bir hiyerarşik sıralamada yer alacak olan bu hukuki ve siyasi bağıt işlevselliğini, Bulgar yönetiminin uluslar arası hukukun ayrılmaz bir parçası olan “Pacta Sund Servanda” ilkesini ihlaliyle antlaşma hükümlerinin teorik boyutu ile uygulama safhası arasında oluşan derin farklılıklar sonucu yitirmiştir. Yaptırım mekanizmasının tam anlamıyla işlememesi bu derinliği artırmıştır.

Berlin Antlaşması itibariyle Türk Azınlık ile Bulgarlar arasında herhangi bir ayrım gözetilmeyeceği, azınlık mensuplarının da Bulgar çoğunluk gibi her türlü siyasal ve medeni haktan yararlanabileceği, hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar bu haklarını kullanmaktan mahrum bırakılamayacağı ve farklı din gruplarının mensupları da kendilerine ait toplumsal örgütlerini kurabilecekleri öngörülmüştür. 1879 yılında yürürlüğe giren ilk Bulgar anayasasında belirtilen hükümler itibariyle, Bulgaristan’a vatandaşlık bağı ile bağlı olan bireylere yönelik olarak ilköğrenim zorunluluğu getirilmiştir. 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında ve sonrasında ülkedeki Türk nüfusunun eğitim-öğretim kurumları, kapsamlı bir yıkıma uğratılma işlemine tabi tutulmak istenmiştir. Bu bağlamda, Bulgar Prensliğinin kuruluşunun ardından geçen 10 yıllık süre zarfında 1500 kadar Türk mektep ve medreseleri yıkılmış ve Berlin Antlaşması’nın 5. maddesinde belirtilen azınlığın haklarını ve milli kültür kurumlarını koruma hakkına ilişkin olan husus ihlal edilmiştir. Ayrıca Türk azınlığa ait diğer mimari unsurlar da bu yıkımdan nasibini almıştır. Geride kalan sağlam yapılar ise Prenslik yönetimince Türk azınlığın elinden alınmış ve karşılıksız olarak kamulaştırma işlemine maruz bırakılmışlardır. Öte yandan, Bulgaristan’da Türk azınlığın eğitimine ilişkin olarak 1886’da başlayan ve 1894’ e kadar süren bir iyileşme döneminden bahsetmek mümkündür.

II. Meşrutiyet’in ilanı esnasında İstanbul’daki çift başlı yönetim realitesinden ve ortaya çıkan kaos ortamından istifa eden Bulgar Prensliği, 30 yıl Osmanlı Devleti’ne vergi veren özerk bir yönetimin ardından 1908 yılında bağımsızlığını ilan etmiş ve krallık sistemine geçmiştir. Bununla birlikte, yeni kurulan Bulgar devleti 1909’da Osmanlı yönetimi ile İstanbul’da bir protokol tesis ederek resmen tanınmış oluyordu. Söz konusu Protokol ve buna binaen imzalanan Sözleşme Bulgaristan’daki Türk azınlığın durumuna yönelik hususları da içermekteydi. Protokol ile birlikte, Bulgaristan’daki Türk azınlığın her türlü medeni ve siyasi haklardan faydalanabileceği, aynı şekilde hak eşitliğine, din ve mezhep hürriyetine sahip olabileceği teyit edilirken; Türklerin okullarını, cami veya mescitlerini koruyup yaşatabilecekleri vurgulanmıştır. Yine protokol kapsamında ülke sınırları içerisindeki Türk-İslam kültürüne ait eserler Bulgaristan’ın ulusal yetkisi dâhilinde çözebileceği bir sorun olmaktan çıkıp Devletler Hukuku ile güvence altına alınmıştır. Böylece Osmanlı yönetiminin, Bulgaristan’daki Türk azınlık ve Türk- İslam kültürüne ait eserler üzerinde hak sahibi olduğu açıklığa kavuşmuştur. Sözleşme kapsamında ise Bulgaristan’daki müftülerin durumları ele alınmış olup, Bulgaristan’daki müftülükler yine Sofya yönetiminin kendi tekelinde karara bağlayabileceği bir konu olmaktan çıkmıştır. Müftülükler, sadece din işleri ile ilgilenen bir kurum olmaktan çıkmış; aynı zamanda azınlık işleri ile de ilgilenir hale gelmişti. Müftüler Türk okullarını teftiş edebilmekte, yeni okulların açılıp açılamayacağına ilişkin girişimlerde bulunabiliyordu.

Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi itibariyle Bulgaristan’ın resmen tanınması bazı hukuksal sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmeden önce Osmanlı sınırlarını terk eden Bulgarların sınırlar arasında serbestçe seyahat etme lükslerinin ortadan kalkması, Edirne ve Makedonya’da bulunan arazi ve taşınmaz mallarını kontrol için 2 ay içerisinde Osmanlı vatandaşlığına geçmeleri aksi takdirde ilelebet Bulgar kalacaklarına ilişkin bir şartın getirilmesi bu kapsamda verilebilecek örneklerdir.

1912–1913 Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’la toprak sahibi olma bağlamında artık bir bağının kalmadığının tescili olurken; bölgedeki Türk nüfus açısından baskı, zulüm ve göç olgusu yeniden kendisini göstermiş ve Bulgaristan, Kırcali de dâhil olmak üzere Batı Trakya’yı alarak Ege denize çıkmıştır. Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan bölge, 1920’den sonra Yunanlıların eline geçmiştir. 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında İstanbul Antlaşması imza edilirken; Sofya merkezli çıkan 2. Balkan Savaşı da son bulmaktaydı. İstanbul Antlaşmasıyla birlikte Bulgaristan sınırlarını güney yönünde de genişletirken; Kırcali, Koşukavak, Mestanlı gibi nüfusunun tamamına yakını Türk olan Türk olan yerleşim yerlerini topraklarına katmıştır. Öte yandan, bölge halkının yabancı bir aktörü egemen güç olarak kabul etme konusundaki yabancılığı, Rodop Hükümeti Muvakkatesi’nin ardından (1878–1886) yeni bir direniş hareketinin de başlangıcı olmuştur. Sonuç olarak, Bulgaristan ile İstanbul Antlaşması imzalanmış ve ülkedeki Türk azınlığa yönelik yeni düzenlemeler antlaşma içeriğinde yer almıştır. Bu antlaşmaya göre, Bulgaristan’a bırakılan topraklardaki Türk-Müslüman nüfus Bulgar uyruğuna geçerken; 4 yıllık bir süre zarfında kanısı değiştiyse Türk uyruğuna geçebilme şansını elinde tutuyordu. Çocuklar da reşit olduktan sonra bu hakka sahip olabilmekteydi. Ancak, Türk uyruğuna geçmek isteyenler 4 yıl içinde Türkiye’ye göçmek zaruretinde olup kendileriyle birlikte taşınabilir eşyalarını ve mal varlığını götürebiliyor ve bunlar için gümrük parası ödemiyorlardı. Bununla beraber, Bulgar uyruğunda kalmayı tercih eden Türk azınlık, Bulgarların sahip olduğu her türlü medeni ve siyasal haklardan yararlanabiliyordu. Antlaşmanın teorik kısmına bakıldığında 8. madde, Bulgaristan uyruklu Müslümanların Bulgar unsurlarla medeni ve siyasal alanda eşit olacaklarını, ayrıca dini serbestliklerinin bulunacağını ve örf, adet ve dini örgütlenmelerine saygı gösterileceğini vurgulamaktadır. 12.madde ise Müslüman vakıflarının korunmasına ilişkindir. Bu antlaşmanın ikinci eki, Bulgaristan’daki müftülerin görev ve sorumluluklarını saptamaktadır. Antlaşma kapsamında yapılan bir yenilik olarak dikkatleri çeken husus, daha önceki antlaşmalarla ülkedeki azınlık grubunun “Türk” olarak tanımlanmasına rağmen, 1913 İstanbul Antlaşması ve Müftüler Sözleşmesi’nde “Müslüman” ifadesinin kullanılmasıdır.

I. Dünya Savaşı yaklaşırken uluslar arası sistemde meydana gelen kutuplaşmalar İstanbul ve Sofya yönetimlerini de etkilemiştir. Her iki yönetim de İttifak Devletleri tarafında yer alırken, müttefiklik ilişkisinin Bulgaristan’daki Türk azınlığa yansıması da olumlu yönde olmuştur. Bulgar Devleti savaştan mağlup çıkarken; İtilaf Devletleriyle 27 Kasım 1919 tarihinde Paris yakınlarında bulunan Neuilly’de barış antlaşması imzalamıştır. Osmanlı Devleti’nin taraf olmadığı bu antlaşma dokuz bölümden oluşmaktaydı. Antlaşmanın IV. Bölümü ülke içerisindeki azınlıklarla ilgiliyken; söz konusu antlaşma ulusal mevzuattaki normlar hiyerarşisinin üzerinde yer almaktaydı.

Neuilly Antlaşması’nın IV. bölüm düzenlemelerine göre;

  • Bulgar Devleti din, dil, ırk ve milliyet ayrımı gözetmeyecek,
  • Topraklarında yaşayan azınlıklara tam eşitlik sağlayacak,
  • Bulgaristan’daki azınlık grupları dini vecibelerini serbestçe yerine getirme hürriyetine sahip olurlarken; tıpkı bir Bulgar fert gibi medeni ve siyasal hakların kullanılması bağlamında ayrıma tabi tutulmayacak,
  • Azınlıklar, devlet memurluğuna girebilecekler, istedikleri mesleği veya zanaatı seçebilecekler,
  • Ayrıca, azınlıklar eğitim-öğretim kurumları, dini ve sosyal kurumlar açabilecekler, bunları denetleyip yönetebilecekler ve aynı zamanda bu kurum ve kuruluşlarda kendi dillerini özgürce kullanabileceklerdi. Azınlık unsurlar yoğun olarak yaşadığı yerlerde, Bulgar Hükümeti tarafından devlet ve belediye bütçelerinden bu azınlık okullarına, dini ve sosyal kurumlara yardım yapacaktı. Neuilly Antlaşmasının IV. bölümünün 50 ila 58. maddeler arasındaki hususlar azınlıklar ve haklarına ilişkindir. Bu antlaşmanın 54.maddesinde: “Etnik, dil ve din azınlıklarına mensup olan Bulgar vatandaşları, öbür vatandaşlar ile aynı haklardan yararlanacaklar, hayır kurumları, dini ve sosyal kurumlar, okullar ve benzeri eğitim kurumları kurup yönetebilecekler, burada kendi dillerini serbestçe kullanıp, serbestçe ibadet edebileceklerdir.” denmektedir. Neuilly Antlaşması’nın azınlık hakları açısından ileri nitelikte denebilecek hükümler içerdiği belirtilmelidir.

Neuilly Antlaşmasının imza edilmesinin ardından Bulgaristan’da krallık rejiminde yönetim zafiyetleri ortaya çıkarken, I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da görülen krallık sisteminden çeşitli içerikteki parti yönetimlerine geçiş sürecinden Bulgaristan da nasibini almış ve iki savaş arasındaki 20 yıllık dönem Bulgaristan için şiddet ve darbelerle anılır olmuştur. Alexandr Stambolyski zamanında altın çağlarını yaşayan Bulgaristan Türkleri, Neuilly, Lozan ve 1925 Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmalarıyla koruma altına alınmışlardır. Ancak, Çiftçi Partisi’nden sonra iktidara gelen Faşist hükümetler döneminde Türklere yönelik baskı unsurları artmıştır. Genel olarak denilebilir ki, farklı sebeplere dayanılarak 1913–1934 yılları arasında ortalama olarak her yıl 10–12 bin Türk Anadolu’ya göç etmiştir. Ağanoğlu’nun tespitlerine göre ise, 1923–1939 yılları arasında Bulgaristan’dan Anadolu’ya doğru gerçekleşen göç hareketine 198.688 kişi katılmış olup, ortalama olarak yıl başına 17.000 kişi etmektedir.

Bulgar Prensliği’nin kuruluşundan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen süre genel hatlarıyla özetlendiğinde, çeşitli antlaşmalar adı altında ülkedeki Türk azınlığın temel hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik hem Osmanlı Devleti hem Türkiye tarafından birçok girişimde bulunulmuştur. Göç olgusu, bu süre itibariyle gündemden eksik olmamıştır. Belirtilmesi gereken ayrı bir husus da ülke içerisindeki etnik Bulgarlar ve Türkler arasında bir kutuplaşmanın yaşanmaması, her iki toplumun da yüzyıllardır süre gelen bir arada yaşama erdemine sadık kalmalarıdır. Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik ötekileştirme işleminin temel sujesi olarak daha ziyade devlet yönetiminde stratejik noktalarda yer alan yöneticiler ve belli dönemlerde görülen komitacılar dikkatleri çekmektedir. Bununla birlikte, ülkedeki Türk toplumunda meşru devlet yönetimine karşı sivil itaatsizlik unsuru yaşanmamış; aksine Bulgaristan’ın savaşa girdiği dönemlerde Türkler de ordu kademelerinde yerini almışlardır.

1944 yılında Bulgaristan’da komünist sistemin tesisi ile birlikte ülkedeki Türk azınlığın kaderini belirleyen Bulgarların milliyetçi emelleri ve etnik farklılıklar gibi hususların yanına bir de Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ideolojik çatışma eklenmiştir. Komünistlerin iktidardaki ilk on yılında etnik kimliklerin önemli olmadığı savı ön plana çıkarken; etnisite dışında öncelikle sosyalist bir sistem ardından da komünist bir toplumun oluşturulması işine girişilmiştir. Ne var ki, Bulgaristan’da yeni sistemin ilanından sonra çizilen pembe tabloların doğru olmadığı anlaşılmış ve 1950–51 yılında ilk büyük göç hareketi yaşanmıştır. 10 Ağustos 1950’de Bulgar Hükümetinin, Türkiye’den üç ay içerisinde 250.000 Bulgaristan Türkünü göçmen olarak kabul istemesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler gerilmiş ve 1950–51 yıllarında 150.000 kişi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiştir.

Nisan 1956’da Todor Jivkov’un Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) üzerinde nüfuzunu güçlendirmesiyle birlikte, 2. Dünya Savaşı sonrasında Bulgaristan’da yürütülmeye çalışılan etnik unsurların göz ardı edilmesi ilkesi terk edilmiş; yerine Türk-İslam karşıtı söylemler gündeme gelmiş ve Sofya yönetimi ülkedeki Türk azınlığı bu söylemlerle asimilasyon politikalarına tabi tutmak istemiştir. Bu kapsamda, Jivkov yönetiminin Bulgaristan Türkleri açısından bir dönüm noktası olduğu ileri sürülebilir. Bu faktörlerle birlikte ülkedeki Türk azınlığın genel durumunda bir değişkenlik ve gerileme söz konusu olmuştur. Örneğin, 1946’da çıkarılan bir kanunla Türk azınlık okulları ile bunlara bağlı bütün menkul ve gayrimenkul mallar devletleştirilmiştir. 1951–1952 ders yılında Türkçe okutulan derslerin oranı üçte bire indirilmiştir, aynı yıl azınlık okulu kavramı ortadan kalkarak Türk ve Bulgar okulları birleştirilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte, 1959’da Türk azınlık okulları tamamen kapatılarak Türkçe seçmeli ders olarak haftalık 1 saate indirilirken; 1974’te ise bu uygulamaya tamamen son verilmiştir.

1956 yılında Jivkov’un iktidara gelmesiyle birlikte gün ışığına çıkan asimilasyon hareketleri Aralık 1984-Mart 1985’e kadar sistematik bir şekilde sürdürülmüş ve bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştır. Kısacası, Türkler geniş kapsamlı bir Bulgarlaştırma politikasına maruz bırakılmışlardır. Türk isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, dini vecibelerin engellenmesi, komünizm gerekçesiyle camilerin kapılarına kilit vurulması vb uygulamalar kültürel asimilasyona; Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere yatırım yapılmaması ve Türkçe konuşanlardan zorla para alınması ekonomik anlamda izole edilmişliğe; bu uygulamalara itiraz edip başkaldıranların işkenceye maruz bırakılmaları ise fiziki yaptırıma açık birer örnek teşkil etmektedir. Bulgaristan Türklerinin maruz kaldığı bu durum, komünist partinin hesapladığı sonucun aksine, azınlık grubu üyelerini dil, din ve aile bağları temelinde bir araya getirmiş ve çoğunluktan uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle, izlenen asimilasyon politikaları Türk azınlığın etnik kimliğini güçlendirmiştir.

Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak çeşitli zaman dilimlerinde göç olgusu yeniden gündeme gelmiştir. 1968 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında Göç Anlaşması tesis edilirken, anlaşma kapsamında 1969–1978 yılları arasında 130.000 kadar Türk’ün göç ettiği anlaşılmaktadır. Bulgaristan’daki Türk azınlığın haklarını garanti altına alan ikili antlaşmaların yanı sıra Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması, Jenosit Sözleşmesi, Irk Ayrımını Bütün Şekilleri ile Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Helsinki Nihai Senedi gibi birçok antlaşma ve sözleşmeyle Türk azınlığın hakları uluslar arası boyutta teminat altına alınmıştı.

Aralık 1984’e gelindiğinde, Bulgaristan’daki komünist yönetim Türk azınlığı asimilasyona yönelik en somut girişimlerde bulunmuş ve ülkedeki Türklerin isimleri zorla değiştirilmeye çalışılmıştır. İlk olarak Güney Bulgaristan’dan başlanmış; söz konusu kampanya Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Türklere de uygulanmak istenmiştir. Bu durum, Türkler arasında tepkileri artırırken; örgütlenme sürecinin de önünü açmıştır. Zorla isim değiştirme kampanyasını protesto etmek amacıyla geniş katılımlı yürüyüşler düzenlenmiştir. Bununla birlikte, yapılan gösterilerde sivil halka Bulgar güvenlik güçlerince ateşle karşılık verilmesi sonucu çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Diğer taraftan, ülkedeki Türk aydınlar hapishanelere mahkûm edilmiş ve türlü işkencelere maruz bırakılmışlardır. 1989’un başlarından itibaren protestoların sesi yükselişe geçerken; Kuzeydoğu Bulgaristan’da açlık grevleri düzenlenmiş ve bu kıvılcım Rodop bölgesine de sıçramıştı. Göstericilerin demokratik yollardan dini ve kültürel haklarının iadesini talepleri, Türkiye’den ve uluslararası kamuoyundan gelen baskılarla birleşince Sofya yönetimince geri adım atılmıştır. 29 Mayıs 1989’da Todor Jivkov medya aracılığıyla ülkedeki “Bulgar Müslümanlarının” istedikleri takdirde Türkiye’ye gidebileceklerini bildirmiş ve Türkiye’nin de bu doğrultuda sınırları açması talebinde bulunmuştur. 1989 yazında 310.000 Bulgaristan Türk’ü Türkiye’ye göç ederken; yaşanan göç, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da gerçekleşen en büyük kitlesel göç hareketi olma özelliğini taşımaktadır.

2. Bulgaristan Siyasetinde Türkler

2.1. Soğuk Savaş’ın Bitimine Doğru Bulgaristan’daki Genel Durum ve Bulgaristan Türklerinin Partileşme Süreci

80’lerin ikinci yarısından itibaren Gorbaçov’un ‘Glasnost’ ve ‘Perestroyka’ politikalarına paralel olarak uluslar arası sistemde meydana gelen yumuşama sürecine karşın, Politbüro yönetimin Bulgaristan Türklerine yönelik giriştiği asimilasyon politikası başta Türkiye olmak üzere, Batı dünyasının ve uluslar arası kamuoyunun tepkisini çekmişti. Soruna ilişkin Moskova’nın kayıtsız kalması da Bulgaristan’ı iyice yalnızlaştırmıştır. Jivkov yönetimin uluslar arası konjonktürde meydana gelen/gelecek olan değişiklikleri analiz etmede zorluk çekmesi, ülke içerisinde kısır bir döngünün oluşmasına ve Stalin döneminden kalma metotların uygulanmasına yol açmıştır. Uygulanan asimilasyon politikalarına direnişle karşılık verilmesi, ülke içerisinde genel anlamda bir kaos ortamının oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Soğuk savaş döneminin bitimine yaklaşılırken, Bulgaristan’daki iç siyasal sistemde çözülmeler meydana gelmiş ve bu da yapısal dönüşümlerin gerçekleşmesini zaruri kılmıştır.

10 Kasım 1989’da Todor Jivkov Bulgaristan devlet başkanlığından indirilirken; yerine eski dışişleri bakanı Petar Mladenov geçmiştir. Jivkov’un yeni düzene uyumsuzluğunun ve “sorun üreten” politikalarının ardından, yerine Bulgar hariciyesinden bir ismin gelmesi, gerçekleşen kitlesel göçün, asimilasyon politikalarının ve komünist parti içerisindeki darbenin dış dünya nezdinde açıklama ve haklı çıkarma zaruretinde bulunulmasından kaynaklanmaktadır. Mladenov yönetimi, öncelikli olarak asimilasyon politikalarını protesto gösterilerine önderlik ettiği gerekçesiyle hapse atılan Türk entelektüellerin serbest bırakılmasına yönelik hukuksal düzenlemelere girişmiştir. Bu çerçevede 14 Kasım’da başta Ahmet Doğan olmak üzere, Türk aydınlarla görüşme masasına oturulmuş ve yeni yönetim tarafından Türk azınlığın durumunun iyileştirilmesine yönelik gerçekleştirilmesi düşünülen reformlardan bahsedilmiştir. 29 Aralık’ta ise Mladenov yönetimi, eski hükümet tarafından zor kullanılarak değiştirilen isimlerin yerine Türkçe adların alınabileceğini, günlük hayatta dinsel yükümlülüklerin yerine getirilebileceğini ve Türkçe konuşmanın yasaklanmayacağını açıklamıştır.

Bulgaristan’da yeni bir dönüşüm süreci yaşanırken; bu süreçte azınlık grupları güncelliğini koruyan en önemli konu olarak karşımıza çıkmaktadır. 15 Ocak 1990’da Bulgaristan Komünist Partisi’nin 9. Halk Meclisi’nde uygulanan politikaların haksızlığını açıklayan bildirge ile adların iade edilmesine ilişkin kararlar alınmış; 16 Ocak 1990 tarihinde 1971 Anayasa’sında yer alan 1/2. ve 1/3. maddelerin kaldırılmasıyla Bulgar siyasetine hâkim olan Komünist Parti tekeline son verilmiştir.

İsimlerin iade edilmesine ilişkin kararlar alınırken; özellikle Bulgar nüfusunun çoğunlukta olduğu bölgelerde genel bir hoşnutsuzluk kendisini göstermiştir. Yaz döneminde çok sayıda Türk’ün Bulgaristan’dan göç etmesi, etnik Bulgarlar açısından vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylem olarak görülmüştür. Özellikle, Jivkov döneminde Bulgarlaştırılan Türklerin haklarının Mladenov idaresiyle birlikte geri verilmesi göz önünde bulundurulduğunda, yeni yönetimin söz konusu politikaları, Bulgar nüfusunun milliyetçi duygularını harekete geçirmiş ve çok sayıda protesto mitinginin düzenlemesine neden olmuştur.

Bulgaristan’da farklı bir sürece girilirken politik arenada yeni siyasal partiler kendisini göstermiştir. 7 Aralık 1989’da kurulan Demokratik Güçler Birliği (DGB), çeşitli sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmesi sonucu oluşturulmuştu. DGB’nin Bulgaristan siyasetinde yer alması, ülke içindeki siyasal dokuyu sosyalist eksenli bir yapısal görünümünden çıkarılması hususunda önemli bir faktör olmuştur. DGB’nin yanı sıra bu dönem itibariyle, Bulgar Sosyal Demokrat Partisi, Yeni Demokrasi, Bulgar Ulusal Birliği, Demokrat Parti, Yeşiller Partisi, Bulgar Halk Partisi gibi sayıları 100’ü bulunan çok sayıda yeni partinin Bulgaristan politik yaşamına katıldığı gözlemlenmektedir. Bu durumun Bulgaristan’da çoksesli bir yapıyı oluşturduğu düşünülse de, geçiş döneminde teşekkül olan bu partiler birbirlerinin türevi olmaktan öteye gidememişlerdir.

100 yılı aşkın bir süredir Bulgaristan topraklarında ulusal azınlık statüsünde bulunan Bulgaristan Türkleri, bu süre zarfında azınlık hakları ikili, çok taraflı ve uluslar arası antlaşmalar çerçevesinde garanti altına alınmasına karşın birçok asimilasyon hareketine maruz bırakılmışlardır. Masa başında elde edilen kazanımların totaliter rejimler aracılığıyla kaybedilmesi, Türk azınlığının Türkiye’ye göç etmesinde önemli bir etken olmuştur. 1984’ün Aralık ayında başlatılan son asimilasyon politikası da Türk azınlık için yeni örgütlenmeleri de beraberinde getirmişti. Bu kapsamda, Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) kurulmuştur. 22 Aralık 1989’da Ahmet Doğan tarafından kurulan hareket, 4 Ocak 1990 itibariyle resmen tescil edilirken; başlangıç itibariyle bir siyasi parti değil; sadece hakları savunmak için kurulmuş bir oluşum olduğu iddia edilmiştir. Örgütün yeni kurulmuş olmasına rağmen Şubat 1990’da 10.000 üyesinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Söz konusu durum, Ahmet Doğan tarafından 1985’ten beri yeraltında örgütlenildiği için hayli gelişme sağlandığı şeklinde ifade edilmiştir.

HÖH’ün örgütlenme sürecinin yanı sıra siyasi arenaya çıkışıyla birlikte bazı sorunlar da kendisini göstermiştir. Parti’nin kurulmasıyla ilgili olarak ilk toplantı, Sofya’da 26–27 Mart 1990 tarihlerinde gerçekleştirilen Kuruluş Konferansı’yla olmuştur. Konferans genel anlamda, oluşturulacak partinin yol, yöntem ve amaçlarını tayin edici nitelikteyken; konferansa katılan üyeler arasında baş gösteren fikir ayrılıkları, bölünmüşlük belirtileri olarak algılanmıştır. Kuruluş Konferansı’nda yapılan görüş alışverişleri neticesinde şekillenen parti, anayasal çerçeveye ve Siyasi Partiler Kanunu’nun hükümlerine uygun bir şekilde 26 Nisan 1990’da Bulgaristan siyasi yaşamına girmiştir.

2.2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Bulgaristan’daki Siyasi Yaşam, HÖH ve Türk Azınlığın Kazanımları

Kuruluş Konferansı’nın ardından Bulgar iç hukukunun ilgili hükümlerine uygun olarak siyasi bir parti haline gelen Hak ve Özgürlükler Hareketi hakkında, 1991 Bulgaristan Anayasası’nın 11/4. ve 44/2. maddelerinde yer alan siyasi partilerin etnik ve dinsel çizgide kurulamayacağı yönündeki hususlara aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılma davası açılmıştır. Oysa HÖH’ün tüzüğüne bakıldığında, ülkedeki tüm topluluklara saygı duyulacağına, azınlık haklarının garanti altına alınmasını sağlamak için Bulgar ulusal hukukunun uluslar arası prensip ve normlara uyumunun sağlanmasının amaç edinilerek Bulgaristan vatandaşları arasında birlik ve eşitliğe ulaşılması için çaba gösterileceğine değinildiği açıkça görülmektedir. Bulgar Anayasa Mahkemesi’nin 21 Nisan 1992 tarihli kararı ile HÖH’ün kapatılmasına ilişkin açılan dava reddedilirken; bu kararla birlikte HÖH’ün meşruiyet sorunu da ortadan kalkmış görünmektedir.

Bulgaristan siyasi dengeleri yeni dönemde Türklerin varlığına alışmaya çalışırken; gerek iç kamuoyundan gerekse uluslar arası camiadan gelen baskılar sonucunda Türk azınlık eski isimlerine kavuşmuşlardı. İsimlerin iadesiyle ilgili olarak başlangıç itibariyle mahkeme kararı şart koşulmuş olsa da, 1990 yılında yapılan seçimlerle parlamentoya giren HÖH’ün girişimleri sonucu, ‘mahkeme kararı’ şartı ortadan kalkmış, isimlerin iadesi basit bir idari işlem haline gelmiştir.

Bulgaristan’ın Jivkov sonrası dönemde azınlık haklarıyla ilgili düzenlemelere girişmesi Türk azınlığın durumunu güçlendirmekle birlikte, Batı dünyası tarafından da takdirle karşılanmıştır. Türkçe isimlerin iade edilmesinin ardından sosyal hakların bir parçası olarak Türk azınlığın eğitim ve basın-medya haklarının durumu gündeme gelirken; konu üzerinde Bulgar hükümetince hayli ağır denebilecek bir tempoda da olsa gerekli ancak eksik adımlar atılmıştır. Türk azınlığın eğitim haklarını alma konusunda dersleri boykot kararı, 1991–1992 eğitim-öğretim yılında sonuç verirken; bu yıldan itibaren Türklerin nüfusça yoğun olduğu yerlerde ders programı dışında Türkçe derslerin okutulmasına izin verilmiştir. Bulgaristan Bakanlar Kurulu, 5 Eylül 1994 tarihli 183 nolu kararnamesiyle ilk ve orta dereceli okullarda program dışı olarak Türk öğrencilere haftada 4 saat Türkçe dersin okutulmasını karara bağlamıştır. 1999’da Bulgaristan’da kabul edilen Milli Eğitim Kanunu’yla birlikte 1. sınıftan 12. sınıfın sonuna kadar anadili eğitiminin mecburi seçmeli ders programına alındığı görülmektedir. Türk öğrencilerin anadilde eğitim durumu ve hali hazırdaki uygulamanın eksikliği günümüz itibariyle Türk azınlığa ilişkin kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Türk kimliğini oluşturan en önemli unsurlardan olan Türkçenin seçmeli ders kategorisinde yer alması, Türk dilinin Türk azınlık üzerindeki hâkimiyetini azaltmakta ve gerek Türklerin temsilcisi HÖH, gerekse Türkiye tarafından konuya ilişkin gereken hassasiyetin gösterilmesini, Bulgaristan nezdinde girişimlerde bulunulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir.

1991 Bulgaristan Anayasası’nın 39, 40 ve 41. maddelerinde basın-medya haklarıyla ilgili hükümler yer alırken; bunların Türk azınlık örneklemindeki izdüşümlerine rastlamak mümkündür. Hak ve Özgürlükler adı altında HÖH’ ün çıkardığı gazetenin yanı sıra, Filiz, Balon, Kaynak, Ümit ve Zaman gibi Türkçe ve/veya Bulgarca olarak yayımlanan gazete ve dergilerin varlığından bahsedilebilir. Bunun yanında, günlük düzenli olarak radyo ve televizyon programlarında Türkçe yayınlara yer verilmektedir. Sonuç olarak, söz konusu dönüşüm sürecinden medya haklarıyla ilgili hususta, Türk azınlığın pozitif yönde yararlandığı belirtilmelidir.

Jivkov sonrası dönemde, 1997 yılına kadar 1 yıllık bir süre dışında sosyalist parti ülkeyi yönetmeye devam etmiştir. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) dışında 1990’lı yıllar boyunca HÖH’ün siyasi sahnedeki rolü ön planda olmuş ve özellikle 2001 sonrası dönemde ülkedeki politik dengelerde kilit konumuna gelmiştir. Aşağıda verilen tabloda da görüldüğü üzere, HÖH’ün 240 sandalyeli Bulgaristan Parlamentosu’nda temsil oranı yıllara göre değişkenlik arzeder görünümde olsa da özellikle son seçimde etkinliğini daha da artırdığını belirtmek mümkündür. 1997 yılında yapılan seçimlerde iktidar koltuğunu DGB % 52’lik bir oy oranı ile elde ederken; ülke içerisinde de yeni bir reform sürecine girilmiştir. 2001 yılında, İkinci Simeon Ulusal Hareketi (ISUH) seçimleri önde tamamlamasına karşın, 4 yıl sonra yapılan 2005 yılı seçimlerinde ise BSP % 34’lük oy oranı ile iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Bulgaristan’da son üç seçime bakıldığında, üç farklı ismin başbakanlık koltuğunda oturduğu görülmektedir. Bulgaristan 1990’lı yılların ortalarında yaşadığı ekonomik krize karşın, 1997 sonrası dönemde ekonomik istikrarı sağlamayı ve bunu günümüze kadar sürdürmeyi başarmıştır. Ancak, makro düzeyde sağlanan istikrarın halkın yaşam standartlarında hiçbir şeyi değiştirmemesi son üç parlamento seçimlerine etkili bir şekilde yansımıştır. Bu seçimlerde Bulgaristan halkı iktidar partilerini cezalandırmış ve “alternatif kurtarıcılara” oy vermiştir. Bunun dışında, siyasal partileri seçmenlerin gözünde birbirlerinden farklılaştıran unsurlardan biri, bu partilerin savundukları değişik ‘Türkiye politikaları’ olmuştur.

Soğuk savaş sonrası dönemde Bulgaristan siyasi yaşamında belirsizlikler hâkim olurken; halkın sandıktaki tercihini ekonomide yaşanan genel gidişat etkilemiştir. Burada vurgulanması gereken, Bulgaristan’da etnik ayrışmayı derinleştireceği varsayılarak şüphe ile yaklaşılan HÖH’ün, kuruluşundan günümüze değin yıpratıcı olmaktan ziyade yapıcı bir siyasi görüntü çizmesidir. 25 Haziran 2005 parlamento seçiminden üçüncü parti olup güçlenerek çıkan HÖH, seçim sonuçlarının genel olarak koalisyon oluşturulmasına engel olduğu ve ülkenin AB’ye üyelik aşamasındayken siyasi istikrarsızlık yaşadığı bir dönemde koalisyonu kuran küçük ortak olarak ön planda yer almıştır.

Türklerin Bulgar siyasetinde gün geçtikçe artan etkisine tepki olarak Bulgar milliyetçileri cephesinde yeni oluşumlar kendisini göstermiştir. 1990’lı yılların başlarında itibaren Bulgaristan’da meydana gelen dönüşüm sürecinden Türk azınlığın elde ettiği kazanımlar, milliyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış ve söz konusu durum aşırı milliyetçi siyasetçiler tarafından yeni bir siyasi örgütlenme oluşturulmak suretiyle sandığa yansıtılmak istenmiştir. Bu kapsamda, 2005 Haziran seçimlerinin üç ay öncesinde oluşturulan ATAKA hareketi ülkedeki etnik grupları hedef alan söylemleri ve marjinal politika arayışlarıyla HÖH’ün yanı sıra 2005 seçimlerine damgasını vuran bir diğer faktör olmuştur. Meclis’te % 8.75’lik oy oranıyla temsil edilen hareket, ülke içerisinde artan ulusçu tabanla birlikte söylemlerini sertleştirmektedir. ATAKA oluşumuna salt seçimlerden üç ay önce gerçekleşen bir oluşum olarak değil; Jivkov sonrası dönemde ülke içerisindeki azınlık gruplarının hukuksal ve siyasi anlamdaki sembolik kazanımlarının etnik Bulgarlar nezdinde yarattığı rahatsızlığın bir türevi olarak ortaya çıktığının altı çizilmelidir. Önümüzdeki yıllarda Bulgaristan siyasetini HÖH ve ATAKA arasındaki eksende sıkışan bir atmosferde bulmak kuvvetle muhtemeldir.

3. Bulgaristan’ın Batı’ya Yönelişi, AB Üyelik Perspektifi ve Türk Azınlık

Soğuk savaş sonrası dönemde Türk azınlık için elde edilen kazanımlar açısından bakıldığında, bunda birçok etkenin önemli olduğu görülmektedir. 1990’lı yılların başında Bulgaristan’ın ulusal mevzuatında azınlık haklarına yönelik yapılan düzenlemelerde Bulgaristan içsel dinamiklerinin yanı sıra yeni uluslar arası konjonktür de etkili olmuştur.

Soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından Bulgaristan dış politikasında büyük bir boşluk kendisini göstermiştir. Global ölçekli değişimlerle birlikte ülke içerisindeki Türk azınlıkla ilgili olarak yaşanan krizin ve göç olgusunun paralel dönemlere denk düşmesi, Bulgaristan’daki belirsizlik dönemini derinleştirmiştir. Soğuk savaş döneminde dış politikaya ilişkin bağımsız karar alamayan Bulgaristan, yeni dönemle birlikte bu hususta hareket serbestliğine kavuşmuştur. Sofya Hükümetleri, iç ve dış politikada köklü değişimlere giderken; Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon politikaları nedeniyle dış dünyadan büyük tepkiler toplamış ve yeni düzene adaptasyon yarışına eski sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinden hayli geride başlamıştır.

Yeni dönemde Bulgaristan’ın uluslar arası ilişkilerinde farklı dış politika alternatifleri kendisini göstermiştir. Bu kapsamda, Sovyetler Birliği sonrası dönemde Rusya ile ilişkileri geliştirmek ve Batı ile işbirliği sürecine girmek temel stratejiler olarak ön plana çıkarken; 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Batı dünyasıyla işbirliği politikası ve NATO-AB üyelik hedeflerinin siyasi, ekonomik ve stratejik açıdan daha ağır bastığı gözlemlenmektir. Böyle bir dış politika tercihi Bulgaristan’ın aynı zamanda komşu ülkelerle sorunlarını çözmesini de beraberinde getirmiştir. Bulgaristan’ın Yunanistan ile Mesta ırmağı sularının kullanımıyla ilgili sorunu, Makedonya ile Makedoncanın Bulgarcadan farklı bir dil olup olmadığı hususundaki çekişme, Romanya ile Tuna Nehri üzerindeki meseleler ve Türkiye ile Türk azınlık bağlamında yaşadığı gerilim Batı yanlısı bir dış politikanın sonucu olarak çözüme kavuşmuştur.

Bulgaristan’ın bu dönemde Türkiye ile ilişkileri geliştirme çabası, Batı’yla yakınlaşma politikası bağlamında ele alınmalıdır. Soğuk savaş dönemi bittiğinde Türk azınlıkla ilgili sorunlar yaşadığı Türkiye, Bulgaristan açısından caydırıcı bir güç olarak hemen yanı başında belirmiş ve ilişkilerin iyileştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu noktada, Türk azınlığın durumunda meydana gelen düzelme, ikili ilişkilerin normalleştirilmesi bakımından bir araç olma işlevini görmüştür. Ayrıca, Varşova Paktı’na sonuna kadar bağlı kalan Bulgaristan için yeni dönemde NATO üyelik perspektifinin belirmesi Türkiye ile iyi ilişkiler kurulmasını zaruri kılmıştır. Zira NATO içerisinde saygın bir statüde bulunan Türkiye’nin onayı olmaksızın Batı ile işbirliği sürecinin güvenlik ayağında varlık gösterilemeyeceği, Sofya yönetimince kavranmıştır. 2004 yılında NATO üyeliğini elde eden Bulgaristan, güvenlik konusundaki kaygılarını Sofya ekseninden NATO’nun merkezine kaydırmıştır.

Bulgaristan’ın dış politikası yeni dönemde 4 temel üzerine dayandırılabilir:

  • Ülke siyasetine uzun yıllar hâkim olmuş komünist ideolojiye son vermek,
  • Avrupa’yı örnek almak,
  • Dış politik alanda karar alma mekanizmalarını demokratikleştirmek ve şeffaf hale getirmek,
  • Karar alma sürecinde pragmatik olmak ve akılcı hareket etmek.

Bölgesel politikalar denkleminde ise çok taraflılık ilkesi çerçevesinde bir stratejinin geliştirildiğini söyleyebilmek mümkündür.

Bulgar Prensliği’nden iki kutuplu sistemin bitimine kadar geçen süre zarfında, belirli dönemler saklı kalmak şartıyla, büyük güçlerin yörüngesinde kalan Bulgaristan, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte dış politikada alışılagelmişin dışında bir bağımsız hareket etme kabiliyetine kavuşmuş ve kendi kaderini tayin eder duruma gelmiştir. Söz konusu durum, Bulgaristan’ın 1 Ocak 2007’de elde ettiği AB’ye tam üyeliğine kadar sürmüş ve Brüksel’in şemsiyesi altına girdikten sonra ulusal yetkilerinden feragatte bulunmuştur.

3.1. Bulgaristan’ın AB Üyelik Süreci

Soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte Bulgaristan açısından Batı ile entegrasyon süreci dış politikadaki ana gündem maddesini oluşturmuştur. Gerek Avrupa Toplulukları’na gerekse NATO’ya üyelik ihtimalleri üst düzey yetkililer tarafından dile getirilirken; Bulgaristan için 1990’lı yılların ilk yarısında batıya entegrasyon süreci hayli ağır işlemiştir. Gerekli somut adımlar ise ancak 1997’de DGB’nin iktidara gelmesiyle gerçekleşmiştir.

İki kutuplu uluslar arası sistemde Avrupa ülkeleriyle ilişkileri sınırlı düzeyde kalan Bulgaristan, bu dönemde ticari ilişkilerini COMECON ekseninde şekillendirmiştir. 1988 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve COMECON’ un ortak bir bildirgeyle birbirlerini tanıma kararının ardından, Bulgaristan da AET ile diplomatik ve ticari ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Bu kapsamda, 1989 yılında Bulgaristan ile AET arasında “Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması” yapılması gündeme gelmişse de, antlaşma Bulgaristan’ın Türk azınlığa yönelik uyguladığı politikalardan dolayı AET tarafından askıya alınmıştır. Sofya yönetiminin azınlık haklarında yaptığı iyileştirmelere paralel olarak, söz konusu antlaşma ancak Mayıs 1990’da imzalanabilmiştir.

Bulgaristan’ın tarihsel açıdan AB üyelik sürecine bakıldığında, 1997 öncesi ve sonrası şeklinde kategorize etmek mümkündür. 1997 öncesinde Bulgaristan siyasetine hâkim olan BSP’nin AB ile ilişkiler bağlamında sembolik adımlar atması ve AB’den ekonomik yardım beklentisi içine girmesi, Bulgaristan’ı AB üyelik yarışında Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi Orta Avrupa ülkelerinin gerisinde bırakmıştır.

1991-1992’de bir yıllığına iktidarda kalan DGB Hükümeti döneminde Brüksel ile ilişkilerin geliştirilmesi hususunda irade ortaya konmuş, bu doğrultuda 1993’te “Ortaklık Antlaşması” imzalanmış ve 1 Şubat 1995’te söz konusu antlaşmanın yürürlük kazanmasıyla birlikte Bulgaristan, AB’nin Doğu Avrupa ülkeleri uyarladığı ortaklık statüsüne girmiştir. Bu dönem itibariyle, DGB’nin AB ile ilişkilerde somut adımlar attığını ve üst düzey diplomatik girişimlerde bulunduğunu belirtmek gerekir. Bulgaristan 16 Aralık 1995’te AB tam üyeliği için başvuruda bulunmuştur.

1997 yılına kadar, Bulgaristan AB ile ilişkilerde belli bir seviyenin üzerine çıkamazken; zaman zaman ilişkilerin genel düzeyinde gerilemeler bile yaşanmıştır. Özellikle 1995 yılına kadar olan dönemde AB’nin politikaları, Bulgaristan tarafından çeşitli gerekçelerle eleştirilmiştir.

1997 yılında Bulgaristan açısından önemli gelişmeler yaşanmıştır. İlk olarak, cumhurbaşkanlığı koltuğuna Batı yanlısı ve liberal politikaları destekleyen, DGB’nin adayı Petar Stoyanov otururken; aynı yıl ülke içerisinde yapılan parlamento seçimlerinde DGB büyük bir farkla iktidar olmuştu. 1997 yılı Bulgaristan’ın Batı ile entegrasyonu bağlamında dönüm noktası olmuş; bu yöndeki siyasi irade ve kararlar için yürütme erkleri arasındaki eşgüdüm sağlanmıştı. Böylece reformist kanat ülke siyasetine hâkim oluyordu.

1996 yılının sonunda ülkedeki ekonomik kriz, DGB hükümetine ağır bir yük getirmişti. Ekonomik istikrarın tesisi ve makroekonomik göstergelerde başarının sağlanması için yapısal bir reform sürecine ihtiyaç duyulmuştur. Bu bağlamda, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası finans kuruluşlarıyla işbirliği sürecine giren Bulgaristan, diğer taraftan AB üyelik hedefi konusunda da adımlar atmıştır.

1999 Kosova krizi Brüksel-Sofya ilişkileri açısından önemli bir test niteliğinde olurken; Bulgaristan hükümeti, kamuoyundan yükselen tepkilere rağmen Batı dünyası ile işbirliği yolunu tercih etmiştir. Dönemin hükümeti, Yugoslavya’ya yönelik NATO müdahalesini desteklerken, aynı zamanda NATO uçaklarına hava sahasını kullandırmıştır. Bulgaristan’ın izlediği bu politika, AB Komisyonu tarafından olumlu karşılanmış ve Komisyon, Şubat 2000’de Bulgaristan ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararı almıştır.

Kasım 2000’de AB Komisyonu tarafından açıklanan raporda, Bulgaristan’ın Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirme konusunda önemli aşamalar kaydettiği vurgulanırken; yargı alanındaki yetersizlikler, yolsuzluk ve azınlık haklarına ilişkin sıkıntılara da raporda yer verilmiştir. Raporda ayrıca, Bulgaristan-AB ilişkileri açısından kırılma noktası oluşturan Kozloduy nükleer santraline ve taahhüt edilen süre içerisinde reaktörlerin kapatılmasına da yer verilmiştir.

Öte yandan, Aralık 2000’de AB’nin Bulgaristan’a yönelik uyguladığı vize rejimini terk edip, Bulgaristan vatandaşlarının Birlik üyesi ülkelerde serbest dolaşım hakkına sahip olacağını açıklaması, Bulgaristan’da büyük bir sevinç yaratırken; Bulgaristan vatandaşları AB üyeliğinin somut olarak neler getirebileceğini fark etmişlerdir. Ayrıca, cumhurbaşkanı Stoyanov’un AB’nin açıklaması sonrasında “Bulgar vatandaşları için Berlin Duvarı bugün yıkıldı” şeklindeki demeci, serbest dolaşım hakkının Bulgaristan açısından ne ifade ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Aralık 2002’ye gelindiğinde Avrupa Komisyonu tarafından Bulgaristan ve Romanya’ya ilişkin bir “yol haritası” tesis edilirken; söz konusu belge, AB müktesebatına (Acquis Communautaire) uyum sürecinde kısa, orta ve uzun vadede taraflardan yerine getirilmesi istenen reformları içermektedir. Belgede, Bulgaristan’ın bazı eksikliklere rağmen, artık işlevsel bir piyasa ekonomisine sahip olduğu vurgulanmış ve adı geçen ülkenin 2007 yılındaki AB üyeliği için Konsey tarafından verilen desteğe de değinilmiştir. Haziran 2004’te AB müktesebatına uyum müzakerelerini 31 bölümde de tamamlayan Bulgaristan için üyelik tarihi olarak 2007 yılı öngörülürken; gerekli reformların geciktirilmesi durumunda ise üyeliğin 2008 yılına ertelenebileceği belirtilmiştir. Ancak Bulgaristan’ın bu konudaki özverili çalışmaları sonucu olarak 1 Ocak 2007’de AB’ye tam üyelik gerçekleşmiştir.

Soğuk savaş sonrası dönemde AB üyeliği, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri açısından hem ulaşılmak istenen bir ‘amaç’; hem de üyelik perspektifiyle post-komünist dönemde ülke içerisinde gerekli reformların yapılmasında, demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş sürecinde yararlanılan bir ‘araç’ olmuştur. Bulgaristan açısından da söz konusu durum geçerliliğini korumaktadır. AB yetkililerince ideolojik, stratejik ve reel politik gerçekler temelinde yeni dönemde kıtasal bütünleşmenin kaçınılmaz hale geldiğinin anlaşılması, Bulgaristan’ın AB üyelik sürecinde gecikmiş olmasına rağmen, hızlı ilerlemesini sağlayan bir etken olmuştur.

2007’deki üyeliğe karşın Bulgaristan halkı için halen ekonomik sorunlar önceliğini koruyor olsa da, ülkedeki temel sıkıntı mantalite sorunudur. Bulgaristan halkı ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve diğer AB üyesi ülkelerin refah seviyesine ulaşma gibi konularda Brüksel’i adeta bir “kurtarıcı” olarak görmektedir. Bulgarlar söz konusu hususları gerçekleştirmek için çaba sarf etmek yerine, AB’nin Bulgaristan’ı o noktaya taşıyacağına inanmaktadırlar. Farklı bir deyişle, Bulgaristan balık tutmayı öğrenmek yerine, her gün kendisine balık verilmesini tercih etmektedir.

3.2. AB Üyeliğinin Türk Azınlığa Etkileri ve Mevcut Sorunlar

Bulgaristan’daki Türk azınlığının temsilcisi olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin Bulgaristan’ın genel olarak Avroatlantik kurumlarla yakın işbirliği ve bunun doğal bir uzantısı olarak da AB üyelik sürecinde etkili ve yapıcı politikalar benimsediğini söyleyebilmek mümkündür. HÖH’ün kuruluşundan günümüze Bulgaristan parlamentosunda yer alması nedeniyle Bulgaristan’ın Batı dünyası ile entegrasyon serüvenine yakından tanıklık etmiş ve yaşanan sürece önemli katkılarda bulunmuştur.

HÖH’ün azınlık haklarına ilişkin olarak ülke içerisinde yaşanan ihlalleri Batı dünyası nezdinde gündeme taşıması ve bu kapsamda çeşitli platformlarda yer alarak konuyu uluslar arası camianın dikkatine sunması, Bulgaristan’ın bu husustaki kırmızı çizgilerinde esneme payı bırakmasını da beraberinde getirmiştir. Ayrıca başta Avrupa Konseyi olmak üzere, çeşitli Batılı kurum ve örgütlenmelerin konuya duyarlılığı ve Bulgaristan nezdindeki baskıları, Bulgar yetkililerin azınlık haklarına dair yapması gereken reform faaliyetlerini zaruri kılan dışsal bir etken olmuştur. İçsel ve dışsal vektörlerin bileşiminin Bulgaristan üzerinde odaklanması, HÖH’ün Bulgar siyasi yaşamından izole edilmesi yerine, sisteme entegre edilmesinin önünü açmıştır. Azınlık haklarında yapılan iyileştirmeler, Bulgaristan’ın bu bağlamda kötü sicilinin biraz olsun aklanmasını sağlamıştır.

Avrupa Birliği sürecine destek veren HÖH, Bulgaristan’ın Avrupa’nın doğal bir parçası olduğunu, bu sürecin gerek Bulgaristan’ın demokratikleşmesi gerekse ülkedeki azınlık haklarının korunması ve garanti altına alınması bağlamında kaçınılmaz bir olgu olduğunu açıklamıştır. HÖH, Bulgaristan’ın Batı’yla bütünleşme sürecine açık şekilde destek verirken; ülkedeki etnik grupların haklarının savunulması hususunda Sofya yönetiminin yanlış adımlarını dış dünyaya açıklamaktan da kaçınmamıştır.

Türk azınlığın haklarına ilişkin meydana gelen düzelmede Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi Batılı örgütlenmelerin önemli payı bulunsa da, Bulgaristan’ın özellikle geçiş dönemiyle birlikte anayasal çerçevede gerçekleştirdiği reformları da göz ardı etmemek gerekir. Bu kapsamda, reformların yapılmasında dış faktörlerden ziyade, Bulgaristan içsel dinamiklerinin daha ağır bastığı söylenebilir. Zira Bulgaristan azınlık haklarıyla ilgili hususta reform politikaları yerine, Jivkov döneminden kalma baskıcı politikaları devam ettirseydi, Balkanlar’daki ayrışma ve çatışma rüzgârının Yugoslavya coğrafyasından değil, Bulgaristan’dan başlaması mümkün olabilirdi.

Mayıs 1992’de Bulgaristan’ın Avrupa Konseyi üyesi olmasıyla birlikte ülke gündemine gelen “Ulusal Azınlık Haklarının Korunması ile İlgili Çerçeve Konvansiyonu” isimli anlaşmanın imza edilmesine ilişkin bir gecikme yaşanmıştır. Muhalif kanadın ülkedeki farklı etnik gruplar arasındaki huzur ve barışın tesis edilmesinin, ancak sorunlara Avrupa kaynaklı çözümlerin getirilmesiyle mümkün olacağı ve bunun yolunun da söz konusu anlaşmanın imzalanmasından geçtiği noktasındaki ısrarı, BSP’yi zora sokmuştur. Anlaşmanın imzalanması ancak Ekim 1997’de gerçekleşmiş; yürürlüğe girme tarihi ise 1 Eylül 1999 olmuştur.

Bulgaristan’ın yeni döneminde insan hakları ve paralel mahiyette azınlık haklarına ilişkin iki aşamalı bir süreç yaşamıştır. Bunlardan ilki, temel hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulmasının terk edilmesi; ikincisi ise, yeni dönemde insan haklarının ulusal mevzuatla (anayasal çerçeve) ve uluslar arası antlaşmamalar çerçevesinde güçlendirilmesi olmuştur.

Günümüzde Bulgaristan’da azınlık grupları açısından uygulanan genel çerçevenin büyük bölümü Bulgaristan’ın inisiyatifi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Özellikle 2000 yılı sonrasında gerek AB üyelik perspektifi, gerekse Avrupa Konseyi boyutu, ülkede azınlık haklarının geliştirilmesi noktasında ön ayak olmuştur. 8 Kasım 2000’de AB Komisyonu’nca yayımlanan raporda, Türk azınlıkla ilgili ifadelere yer verilirken; nüfusun % 9’unu oluşturan Türklerin yerel ve ulusal düzeyde politik yaşama gayet iyi entegre oldukları vurgulanmıştır. Diğer taraftan, Türk azınlığın gerek orduda gerekse üst düzey makamlarda iyi temsil edilemediğine değinilmiş, ilk ve ortaokul seviyesindeki öğretim kurumlarında Türkçe eğitim konusunda ilerleme sağlanmasına karşın, konuya dair öğretmen sıkıntısı çekildiği de belirtilmiştir. Söz konusu raporda, ulusal kanalda yayına başlayan Türkçe haber programına da atıfta bulunurken; azınlığın bulunduğu bölgede, düşük istihdam ve yüksek işsizlik oranına dikkat çekilmiştir.

Bulgaristan’ın 1 Ocak 2007’deki AB üyeliğine karşın, Bulgaristan’daki Türklerin bazı konularda sıkıntıları halen mevcuttur. Çeşitli AB kurumlarının hazırladığı raporlarda “Türk azınlık” ifadesine rastlanırken; Bulgaristan anayasasında söz konusu ifade bir yana dursun, azınlık kelimesine dahi rastlanmamaktadır. Bulgar anayasasının 36/2. maddesinde söz konusu durumu tanımlamak için, “anadili Bulgarca olmayan vatandaşlar” şeklinde bir ifade görülmektedir.

Türkçe yayın konusunda sınırlamaların kalkmış olmasına rağmen, bu konuda büyük bir boşluk oluşmuştur. Ülkede küçük azınlık gruplarının ulusal gazeteleri bulunmasına karşın, Türklerin ulusal bir gazetesi bulunmamakta ve hâlihazırdaki Türkçe gazeteler, belli ideolojiye hizmet eden bir çıkar grubunun tekelinde bulunmaktadır. Sorunla ilgili olarak, Avrupa Konseyi tarafından Bulgaristan’a çeşitli telkinlerde bulunulmuş olmasına karşın; Bulgar yetkililerin ve HÖH’ün konuya ilgisiz kalması, finansal zorluklar ve entelektüel birikime haiz insan gücü eksikliği Türkçe yayınlar konusundaki temel engellerdir. Ulusal kanalda Türkçe radyo ve TV yayını sembolik sürelere sahip olmasının yanında, Türk azınlığa hitap edecek bağımsız ve sürekli Türkçe yayın yapan bir radyo istasyonunun bulunmaması da bu konudaki ayrı bir sıkıntıdır.

Bulgaristan’da Türk azınlığın yoğun olarak yaşadığı yerlerde yatırım eksikliğine paralel olarak ortaya çıkan yüksek işsizlik oranı farklı bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bulgaristan’a AB tarafından aktarılan finansal yardımlar daha ziyade Bulgar nüfusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde yatırım aracı olarak kullanılmaktadır. Türklerin önemli bir bölümünün dağlık kesimlerdeki devlet arazilerinde tütün tarımı yaparak geçimlerini sağlamaya çalışmaları dışında farklı bir iş olanağı bulunmamaktadır. Tütün satışı konusunda ise alıcı firmaların düşük fiyat teklifleri, Türk azınlığın karlarının minimize edilmesine neden olmaktadır. Ekonomik eksende yaşanan sıkıntılar, Bulgaristan Türklerinin büyük şehirlere göç etmelerini ve göçmen işçi statüsüne dönüşmelerini kaçınılmaz kılmaktayken; son dönemlerde özellikle Türk gençleri arasında başta Batı Avrupa olmak üzere, AB üyesi ülkelere iş bulma amacıyla göç etmek yaygın bir durum haline gelmiştir.

Din ve ibadet özgürlükleri bağlamında da önemli adımlar atılmış olmasına karşın, günümüzdeki bu konuyla ilintilendirilebilecek olan Osmanlı’dan kalan vakıflara ilişkin sorunlar yaşanmaktadır. Müslümanların dini inançlarını yaşamaları konusunda herhangi bir kısıtlama bulunmazken; Bulgaristan’daki okullarda 1997 yılından itibaren ailesi isteyen öğrencilere geleneksel din Ortodoks Hıristiyanlık eğitimi verilmekte ve söz konusu uygulamadan 2000 yılından itibaren Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerlerdeki Müslümanlar da faydalanmaktadır. Ancak, Türkçe öğretmen konusunda yaşanan sıkıntılar, din eğitimini veren öğretmenler için de yaşanmaktadır. Bulgaristan’da Sofya’da bulunan İslam Enstitüsü’nün yanı sıra farklı şehirlerde din eğitimi veren imam hatip okulları da mevcuttur.

Türkçe eğitim konusunda ise, Bulgaristan’da 1999 yılında kabul edilen Milli Eğitim Kanunu uyarınca, anadili eğitiminin mecburi seçmeli ders programına alındığı görülmektedir. Haftada 4 saat olarak verilen Türkçe derslerin, hafta sonlarında veya okuldaki normal ders saatleri sonrasında verilmesi, Türk öğrencilerin derslere olan talebini düşürmektedir. Bunun yanında Türkçe dersini alabilen öğrencilerin başka bir yabancı dili, ders olarak alamamaları mevcut uygulamanın eksik yönlerini oluşturmaktadır. Kanaatimizce, Türk azınlığın geleceğine ilişkin en acil çözüm bekleyen sorun, Türkçe eğitim konusudur.

Yukarıda ifade edilen sorunların yanına, asimilasyon politikalarına direnen Türklerin mahkûm edildiği Belene Toplama Kampı’nda baskı ve şiddete maruz kalan kişilerin AİHM Mahkemesi nezdinde açmış oldukları davaların sembolik tazminatlar ödenerek kapatılmak istenmesi ve daha önce Bulgaristan’dan Türkiye göç etmiş olan kişilerin sosyal güvenlik alanındaki haklarının aktarılması konusunda yaşanan problemler de eklenebilir. Söz konusu hususlara ilişkin, gerek AB yargı organı gerekse AİHM katında dava açılmak suretiyle hukuksal mücadelenin önü açık olsa da, konuya vakıf kişilerin sorululuk üstlenmemesi nedeniyle adım atılamamaktadır.

Sonuç

Gerek Bulgaristan ulusal mevzuatıyla gerekse uluslar arası antlaşmalarla azınlık hakları garanti altına alınmış olmasına karşın, tarihsel süreç içerisinde Bulgaristan Türkleri, çeşitli soykırım ve asimilasyon politikalarına maruz bırakılmışlardır. Söz konusu politikalar Türk azınlık üzerinde ters etki yaparken; Bulgaristan Türkleri, milli benliklerine sonuna kadar sahip çıkan bir Dış Türk grubu olarak karşımızda durmaktadır. Ülkedeki Türk azınlık Jivkov sonrası dönemde partileşme sürecine girerek, demokratik sistemde yerini almış ve uluslar arası ilişkiler literatürüne “Bulgar modeli” kavramının yerleşmesine neden olmuştur. Geçmişin karanlığına rağmen, günümüzde Bulgaristan Türkleri, HÖH aracılığıyla Bulgaristan yönetiminde söz sahibi olmuş ve ülkenin siyasi dengelerinde kilit konuma gelmiş durumdadır.

1989 sonrası dönemde Bulgaristan’da yaşanan geçiş dönemine paralel olarak, yönetim iç ve dış politika stratejilerinde köklü değişikliklere gitmiştir. Soğuk savaş döneminin bitmesiyle birlikte Bulgaristan dış politikadaki rotasını Batı dünyasına çevirirken; Avroatlantik kurumlara üyelik hedefleri Bulgar dış politikasının ana hedefini oluşturmuştur. İç politikada ise, daha önce uygulanan azınlık politikaları hızla terk edilmiş, azınlık haklarına ilişkin konularda reform hareketleri kendisini göstermiştir. Yapılan reformlar Bulgaristan iç dinamiklerinin doğal bir sonucu olarak görülse de, 1984-85’teki asimilasyon hareketi sonrası uluslar arası camiada oluşan tepkinin ve Bulgaristan’ın Batı’yla entegrasyon sürecinin söz konusu duruma önemli katkıları olmuştur. Bulgaristan’ın azınlık hakları konusunda uzun bir yol kat ettiği açıktır. Ancak, gelinen noktada başta Türkçe eğitim olmak üzere, Türkçe yayın hayatına ilişkin önemli sıkıntılar bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, Bulgaristan Türklerinin sosyo-ekonomik hayatında önemli aşınmalar söz konusudur. Ayrıca, ülke nüfusunun % 10’undan fazla bir oranını oluşturan Bulgaristan Türkleri, 1991 Bulgaristan Anayasası’nda “anadili Bulgarca olmayan vatandaşlar” olarak tanımlanması kabul edilebilir değildir.

Sonuç olarak, 1989 sonrası dönemde Bulgaristan’ın AB üyelik sürecine paralel olarak Bulgaristan Türkleri de azınlık hakları bağlamında bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. Halen birçok sorunun mevcut bulunmasına karşın, Bulgaristan Türkleri sadece Bulgaristan’ın değil; aynı zamanda AB sisteminin bir parçası haline gelmişlerdir.

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ