Hafız Abdülezel Paşa Ezer Sizi
Avrupalılar, en ufak bir fırsatta, Türk ordusuyla ilgili olumsuz açıklamalar yapıyorlar. Dün Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında, bugün Kuzey Irak’a ve Suriye’ye yönelik sınır ötesi terör operasyonlarda bu tutumu sergilediler, sergiliyorlar.
Türk ordusuna, dolayısıyla ülkemiz ve milletimize yönelik bu tür hoş olmayan açıklamalar, boşuna değildir. Hesabını vicdan ile yapan Mehmetçik, nerede olması gerektiğini iyi bilir. Nitekim Türk ordusu, Batı dünyasının niyetleri, projeleri ve taşeronları karşısında bir dalgakıran gibi durmasını bilmiştir.
Ordumuz, bire bir kaldığı sürece, dünyanın en güçlü ordularını dize getirmiştir. Mesela Türk ordusu, 1897 Türk–Yunan Harbi’nde, Yunanlılara karşı parlak bir zafer kazanmıştır. Sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlılarla baş başa kalınca onları perişan etmiştir.
Kuşkusuz, örnekleri çoğaltabiliriz.
Türk ordusunun Edirne’ye yürüyüşü esnasında, Bulgarlar, askerlerimizin karşısına çıkma cesaretini kendilerinde bulamamışlardır. Aynı şekilde ordumuz, dönemin süper gücü olan İngiltere’yi Irak çöllerinde tek başına yakaladığı zaman, koca bir garnizonu esir almıştır.
Şimdi burada, uzun uzadıya ordumuzun özelliklerinden ya da tarihimizdeki zaferlerden bahsedecek değilim. Ancak 1897 Türk-Yunan Harbi’nden bahsetmeden geçmeyeceğim. Doğrusunu söylemek gerekirse, varmak istediğim yer tam da burasıydı.
O halde devam edelim.
Yunanlılar, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’yı en elverişsiz şartlarda yakaladıkları inancındaydılar. Bu sebeple sınır tecavüzlerine ve çeteler üzerinden Türk topraklarında yağmalara yöneldiler.
Yunanlıların fenalıkları tahammül sınırlarını aşınca, Osmanlı devleti savaş ilan etmek zorunda kaldı. Ancak harekât bölgesi sarp dağlar ve derin vadilerle kaplıydı. Menzil hattının uzaklığı lojistik desteği de engelliyordu. Öyle ki, ordu komutanı Ethem Paşa’nın bile askerleriyle birlikte aç kaldığı günler olmuştu.
Osmanlı ordusu, tüm zorlu şartlara rağmen; Milona, Velestin, Çatalca ve Dömeke savaşlarında Yunanlıları yenilgiye uğrattı. Peş peşe yenilgiye uğrayan Yunan ordusu, Atina önlerine kadar çekilmek zorunda kaldı.
Önünde ordu diye bir şey kalmamış olan Türk askerinin, Yunanistan’ı baştanbaşa işgal etmesi için hiçbir engel kalmamıştı. Ancak durumun fenalığını gören Avrupa devletleri, Osmanlı’ya baskı yaparak, Yunanlılarla masaya oturmasını sağladılar. Osmanlı, savaş meydanında kazandıklarının hepsini masada kaybetti. Bu da yetmezmiş gibi, birkaç yıl sonra, Girit adası, mağlup Yunanistan’a hediye edildi.
Bu harpten bahsederken, elbette şehit Hafız Abdülezel Paşa’yı da mutlaka anmalıyız.
Şanlı tarihimiz, erinden komutanına varıncaya dek, düşman mevzilerine taarruz etmek için yarışan kahramanlarla doludur. İlerlemiş yaşına rağmen atını düşman saflarına doğru süren Abdülezel Paşa, bunlardan bir tanesidir.
Abdülezel Paşa, henüz 16 yaşındayken, er olarak girdiği Türk ordusuna 50 yıl şerefle hizmet etmiştir. Alaylı bir subay olmasına rağmen kendisini çok iyi yetiştirmiştir. Hem askerlik sanatını, hem de dinini çok iyi bilirdi. Kur’an-ı Kerim’i ezbere okuyabildiği için ‘Hafız’ olarak isimlendirilmiştir.
Kırım savaşından, Karadağ ve Girit ayaklanmalarına; 1876’daki Sırbistan harekâtından Plevne savunmasına kadar birçok askeri vazifeyi başarıyla yerine getirmiştir. Anadolu’da ve Hicaz’da birçok hizmetler görmüştür.
Bu değerli komutan, kahramanlıkları kadar, ahlaki vasıflarıyla da örnek bir şahsiyettir. Abdülezel Paşa, vücudu kadar iri bir şehadet arzusuna, boyu kadar uzun mütevazılığa ve sakalları gibi bembeyaz bir maziye sahipti.
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı tarafından hazırlanan ve 1982 yılında basılan 1897 Türk-Yunan Harbi isimli kitapta, kendisiyle ilgili şu satırlar yazar: “Gazi Osman Paşa, bütün subayların önünde O’nu alnından öpmüş: ‘Abdülezel, sen bizim medarı iftiharımızsın’ demişti.
Savaştan sonra İstanbul’a döndüğünde, Plevne Kahramanı Madalyası’nı devrin padişahı II. Abdülhamit, bizzat Abdülezel Paşa’nın göğsüne takmıştı.
Abdülezel Paşa, bütün bu üstün niteliklerine rağmen çok alçak gönüllü ve mahcup bir kimseydi. Nitekim padişah tarafından ödüllendirildiği ve madalya takıldığı sırada adeta şaşırmış, içine dönük bir çocuk gibi utanarak: ‘Ben ne yaptım?’ diye sormuştu.” (Sayfa 50)
Yeniden Türk-Yunan Harbi’ne dönelim.
Abdülezel Paşa, Alasonya ordusu 2’nci Tümen’ine bağlı 2’nci Tugay Komutanı idi. Yaşı ise 66 idi. Buna rağmen at üstünde, askerlerinin önünde şehadeti kovalıyordu. Geride durmasını telkin edenlere şunu söylüyordu: “Bu yaştan sonra kurşun korkusuyla asla geri çekilmem. Elli yıl dövüştüm. Kaç defa şehadet aradım. Asker evlatlarım beni böyle tanırlar.” (Sayfa 16)
İnsan aradığı, arkasından koştuğu şeye benzer. Bu yüzden Abdülkâdir Geylani Hazretleri şunu söyler: “Her kalp, kendi içindeki çiçeğin kokusunu verir.”
Birinci hattan, ateş hattından ayrılmayan Abdülezel Paşa, çenesine isabet eden bir kurşunla şehadet mertebesine ulaşmıştır.
Bu aziz kahraman, bizim gözümüzden kaç(ırıl)mış olsa da, dönemin yabancı basının dikkatinden kaçmamıştır. Avrupa gazetelerinde çıkan yazılar, dikkatleri onun üzerinde toplamıştır. İnşallah, bundan sonra milletimizin gönlünde ve gündeminde de hak ettiği yeri alır.