Şer’î yetkiler azınlık hakkı mıdır, değil midir?
Yunanistan Uluslararası Hukuk ve Uluslararası İlişkiler Şirketi, 16 Mayıs 2010 tarihinde, Gümülcine Valiliği’nin toplantı salonunda, «Avrupa Konseyi Çerçevesinde Çokkültürlü Çağdaş Toplumlarda Azınlık Haklarının Korunması. Müktesebat ve Sorunlar» konulu bir panel düzenlendi.
Dimokritios Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Rodop Barosu’nun ortaklaşa gerçekleştirdiği etkinliğe aralarında Yannis Ktistakis, Kostas Tsitselikis ve Aggelos Sirigos gibi birçok hukuk profesörü ve akademisyen konuşmacı olarak katıldı. “Avrupa Konseyi Çerçevesinde Çokkültürlü Çağdaş Toplumlarda Azınlık Haklarının Korunması” konulu panelin elbette ki en ilgi çeken konuşmacısı, Batı Trakya’daki şer’î yetkilerin kaldırılmasını kendisine adeta millî görev edindirmiş olan Dimikritios Üniversitesi Hukuk Profesörü Yannis Ktistakis’ti.
Ktistakis her katıldığı toplantıda olduğu gibi bu toplantıda da şer’î yetkiler aleyhine açtı ağzını yumdu gözünü: Yunanistan gibi Avrupa Birliği ülkesinde bu tür çağdışı uygulamaların kabul edilemez olduğundan dem vurdu durdu.
Ktistakis’in ağzından Batı Trakya’daki şeriatı dinleyen herkes kendisini adeta Afganistan’da yaşıyor zanneder. Zaten kendisi de buna inanıyor. Öyle bir tehlike edebiyatıyla olayları anlatıyor ki, bırakın bir hukuk profesörü olarak azınlığın dinî özgürlüğüne hak ve hukukuna saygı duymayı, elinden gelse İslam Aile Hukuku’nu uygulayan müftüleri kendi eliyle yargıya sevk edecek. Bunları söylerken de, bir hukukçu olarak, azınlığın sözde demokratikleşmesi, yani azınlığın iyiliği adına, haksızlığa uğramaması adına yapıyor. Bir söz vardır, güler misin ağlar mısın, diye! Peki, Ktistakis azınlığımıza özgü bu hakların ortadan kaldırılması gerektiğini bağır bağır söylerken, neredeyse her on beş günde bir yurtdışına gidip azınlık sorunlarını uluslararası toplantılarda anlatan sözcülerimiz neredeydiler dersiniz? Toplantının sadece küçük bir bölümüne katılan milletvekilimiz Ahmet Hacıosman da yoğun mevlit ve hatim programları nedeniyle toplantıdan ayrılmak zorunda kalınca, azınlık temsilcilerinden hiç kimsesin salonda olmadığı görüldü. Bu durum karşısında insan acaba bu azınlık içerisinde şer’î yetkiler konusunda lehte veya aleyhte söz alabilecek bir Allah’ın kulu yok mudur, diye kara kara düşünüyor.
Nitekim Tsitselikis ve diğer katılımcılar azınlıktan niçin hiç kimse yok, müftülüklerden niçin hiç kimse yok, diye sordular. Fakat durum malum. Batı Trakya’nın her bir köyünde üç beş tane olan din adamı ve her bir şehrinde ikişer tane faaliyet gösteren müftülüklerden bir temsilcisi bile, kendilerini ve azınlığımızı bire bir ilgilendiren bu toplantıya iştirak etme lüzumunu görmediler. Ondan sonra çeşitli köşe yazılarında katılmadıkları bu toplantılar ile ilgili görüş belirtebiliyorlar. Bu din adamlarımız, oturdukları yerden ahkâm keseceklerine, bu tür toplantılara katılarak herkesin önünde görüşlerini açıkça söylemelisini bilmelidirler.
Bu sadece din adamları için değil azınlık kurum ve kuruluşlarının temsilcileri ve azınlık basını için de geçerlidir. Çünkü onlar da bu tür etkinliklere katılma ihtiyacını hissetmiyor; kamuoyunun önünde iki kelime Yunanca olarak görüşlerini ifade etmekten aciz bir görüntü sergiliyorlar.
Şer’î yetkiler son dönemlerde sanki yeniden keşfedilmişçesine, neredeyse her kesimin eleştiri konusu yaptığı, gündem maddesi hâline geldi. Gerçi öteden beri müftülerin kısmî İslam Aile Hukuku’nu kapsayan “kadılık” yetkileri sorgulanıyordu. Fakat son yıllarda bu durum özellikle bazı avukat baroları, sivil toplum örgütleri ve siyasî kesimler tarafından ciddi şekilde eleştirilmeye ve müftülüklerden bu yetkilerin kaldırılması gerekliliğine vurgu yapılmaya başlandı. Hatta öyle ki, son genel seçimlerde Parlamento’ya ilk defa girebilme başarısını gösteren Yeşiller Grubu, üzerinde kafa patlatacağı birçok çevre ve iklim konularıyla ilgileneceği yerde, sanki başka uğraşacağı konu kalmamış gibi, Batı Trakya’daki şer’î yetkiler konusuyla uğraşmaya, müftülüklerin kadılık yetkilerini hedef alan paneller düzenlemeye başladı.
Peki, bütün bunlar olurken Batı Trakya’nın her bir şehrinde, bir değil, iki tane faaliyet gösteren müftülükler ne yapıyor? Cevabı çok basit, hiçbir şey.
Seksen seneden beri uygulanan İslam Aile Hukuku, maalesef yazılı olarak bir kitap halinde yok ve işin enteresan tarafı, olmaması da müftülük çalışanlarını kaygılandırmıyor.
Yıllardan bu yana uygulanan bu sınırlı şer’î yetkilerin yazılıp bunların Yunanca ve İngilizceye de çevrilmesi gerektiği biliniyor. Fakat değişen bir durum yok. Kimsenin umurunda değil. O kadar umurlarında değil ki, şer’î yetkileri bir kitap hâline getirmek bir yana dursun, kadılık yetkilerinin tartışıldığı toplantılara birer temsilci gönderme ihtiyacını bile hissetmiyorlar.
Şer’î yetkileri kaldırmayı kendisine görev edindirmiş olan Yannis Ktistakis gibi akademisyenler de, her fırsatta sözde azınlığın iyiliği için, İslam Aile Hukuku aleyhinde açıyorlar ağızlarını yumuyorlar gözlerini ve kamuoyunu kendi istedikleri istikamette yönlendirmeyi de başarıyorlar. Çünkü azınlıktan hiç kimse çıkıp kendi görüşünü belirtmiyor.
Ktistakis ve onun benzeri gibi düşünenlere bir kez daha hatırlatalım, azınlığın şer’î yetkiler konusundaki tutumunu görmek istiyorsanız, müftülük ile belediyeler arasındaki evlenme oranlarına bir göz atın.
Müftülüklerce kullanılan yetkileri benimsemeyen azınlık bireyleri gidip medenî hukuka başvurabiliyorlar, kimsenin kimseyi “sen müftülüğe gitmeye mecbursun” diye zorladığı yok, bu herkesin bireysel tercihine kalmış bir konu. Fakat azınlık olarak bu yetkiler müftülere tanınmışsa, kimsenin bunları elimizden almaya hakkı yok.
Ktistakis gibi düşünenler hakikaten azınlığın haksızlığa uğramaması için çaba sarf ediyorlarsa şayet, bu azınlık bu yetkileri istiyor mu, istemiyor mu, diye bir araştırmacıya yakışır şekilde, insan gibi otursunlar, bir azınlık kamuoyu yoklaması yapsınlar. Çıkan sonuca göre de görüş belirtsinler.
Öyle Atina’dan veya üniversite kürsülerinden ahkâm kesmeye, azınlığı birebir ilgilendiren şer’î yetkiler konusunda karar vermeye kalkışmasınlar. Bu konulara karar verecek olan Ktistakis gibi hukuk profesörleri değil, azınlığın bizzat kendisidir. Kendileri bir akademisyen olarak görüş belirtebilir ama azınlık adına karar veremezler. Hükümetin bile sadece azınlığımızı ilgilendiren bu konularda karar vereceği zaman bizzat azınlığın görüşüne başvurması gerekir. Yapılması gereken budur.
Öte yandan şer’î yetkiler konusunda azınlık kurum ve kuruluşlarının temsilcileri, azınlık akademisyenleri, sözcüleri ve azınlık basını artık kendi görüşünü kamuoyu ile paylaşmalı, kendi konumunu herkese karşı netleştirmek zorunda olduğunun farkına varmalıdır. Azınlık kurum ve kuruluşlarının başında olanlar sadece siyasî kariyer peşinde koşmamalılar.
Bu konularda ne düşündüklerini, çözüm yollarını, önerilerini kamuoyuna sunmalıdırlar. Marifet sadece hatimlere, sergilere, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gidip azınlık sorunlarını anlatmak değil, vatandaşı olduğumuz bu ülkenin içerisinde yapılan etkinliklere, toplantılara ve panellere de katılarak azınlığın ne düşündüğünü bu ülke kamuoyuna anlatmaktır ve paylaşmaktır.
Bu yapılmadığı takdirde ise başkaları gelir, azınlık adına karar verir. Azınlığın bu hakkı elinden alındıktan sonra ise, ki bunun için yoğun bir kampanya yürütülüyor, bir söz vardır, “Geçti Boru’n pazarı sür eşeğini Niğde’ye.
Aydın Bostancı, Azınlıkça Dergisi